Serap Şule KALIN

#gücünüfarket


Home

  • Irkçılık-Turancılık Davası,

    3 Mayıs 1944 ve Türk Devletleri Teşkilâtı*

    _____________________________________________

    “Dilde, fikirde, işte birlik.”

    3 Mayıs gözümüzün gördüğü ya da görmediği fakat gönülden hatırlayıp, bildiğimiz, tanıdığımız tüm dava insanları için önemi büyük, anlamı derin ve muhtevası asırlara dayanan, bu günlerde bile var oluş sebebinin karşılığını bulduğumuz, yaşadığımız kutlu bir gündür.

    Milliyetçi-Ülkücü hareketin bundan tam 79 yıl önce komünizm, emperyalizm ve dönemin yönetimine, anti demokratik ve gün geçtikçe yaygınlaşan zihniyete karşı oluşturduğu bir refleks, milli ve yerli başkaldırı hareketidir.

    Ne olmuştu?

    Hüseyin Nihal Atsız’ın, 1944 yılının Mart ayında çıkan Orhun dergisinin 15’inci sayısında dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na yazdığı “açık mektup” ile başlayan süreç ikinci mektubunda eğitim camiasının içerisindeki komünist ve Türk düşmanlarını ifşa ile devam eder. Sabahattin Ali, Sadrettin Celal ve Ahmet Cevat ile birlikte  dönemin Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in de ismini ikinci mektubunda gayri milli tutumlarından dolayı dile getirmiştir. Açık mektuplar üzerine Sebahattin Ali tarafından Hüseyin Nihal Atsız’a açılan hakaret davası görülmeye başlanmıştır. İlk celsesi 26 Nisan 1944 günü, saat 10.00’da başlar. Mahkeme salonu çok fazla doldurulunca Sabahattin Ali mahkeme salonundan kaçarak terk eder ve duruşma 3 Mayıs 1944’e ertelenir.

    Ankara’da görülen davaya katılım çok fazla olmuş ve Hüseyin Nihal Atsız büyük bir coşkuyla karşılanmıştır. Türkçü-Milliyetçi sloganlarla duruşmaya katılanlar ve izdiham sebebiyle katılamayanlar Ulus Meydanı’na kadar yürümüş ve  o dönemde “Ankara Nümayişi” adı verilen büyük yürüyüşü gerçekleştirmiştir. Bu yürüyüş ve uyanış dönemin iktidarı tarafından büyük bir korkuya sebep olmuş ve Irkçılık-Turancılık davaları başlamıştır.

    Rusya’nın yayılmacı politikalarının Türkiye merkezli yaygınlaştığı 1944 yılında, tarihin kara sayfalarından biri olan Irkçılık-Turancılık Davası’nda Turancı bir yapılanmanın dönemin hükümetini devirmeye teşebbüs etme suçlaması ön plana atılıp, 23 sanığın bu davada yargılanmasına sebep olunmuştur. Ayrıca  165 genç tutuklanmış, 19 Mayıs konuşmasında Milli Şef İsmet İnönü tarafından Türk Milliyetçileri hedefe koyulmuştur.  Başbuğumuz Alparslan Türkeş başta olmak üzere Hüseyin Nihal Atsız;  Reha Oğuz Türkkan, Zeki Velidi Togan, Nejdet Sançar, Fethi Tevetoğlu, Cebbar Şenel, Hasan Ferit Cansever, Nurullah Barıman, Mustafa Zeki Sofuoğlu, Fazıl Hisarcıklı, Hüseyin Namık Orkun, Saim Bayrak, İsmet Rasim Tümtürk, Cihat Savaşfer, Muzaffer Eriş, Fehiman Altan, Yusuf Kadıgil, Hikmet Tanyu, Hamza Sadi Özbek, Orhan Şaik Gökyay, Cemal Oğuz Öcal, Said Bilgiç, Mehmet Külâhlıoğlu ve Osman Yüksel Serdengeçti Irkçılık-Turancılık adıyla bilinen davayla yargılanmaya başlanmışlardır.

    Her ne kadar Türkiye içerisinde ortaya çıkmış ve zulme karşı milli refleksin tezahürü olarak birtakım durumların yaşandığı münferit olaylar olarak gözükse de, İkinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı bir dönemde savaşa bağlı olarak oluşan dünya siyasal konjonktürünün Türkiye’ye bir yansıması olarak da değerlendirilebilir.

    1944’de başlayıp tüm işkenceler ve davalarla, 1949’a kadar süren bu “terör” , türlü akıl almaz suçlamanın, olayın ve kötülüğün merkezi olarak gözükse de Türklük ve Milliyetçilik davasında bir aydınlanmanın da fitilini ateşlemiştir.

    Irkçılık-Turancılık davasının baş sanıklarından büyük Türkçü Hüseyin Nihal ATSIZ’IN o dönem ifade ettiği şu sözler düne projektör olacağı gibi bugünkü Milliyetçi, yerli, milli ve Türkçü duruşumuza da ışık tutacak ve yol gösterecektir;

     “3 Mayıs, bir kâbustan silkiniştirDaha sonraki yayınların da belgeleriyle ortaya koyduğu gibi komünistler bazı bakan ve mebuslardan himaye görerek bazı satılmış kalemlerin teşvikiyle hareketteydiler. Köy Enstitüleriyle, liselere sokulan öğretmenlerle, üniversitedeki sabıkalı profesörlerle Türkiye’yi bir Marksist ihtilâle hazırlıyorlardı. Bütün bunları önleyen şey, 3 Mayıs 1944 günü birkaç bin meçhul gencin yaptığı sert yürüyüş olmuştur. Bundan dolayıdır ki 3 Mayıs bizim günümüzdür. 3 Mayıs bir ruhtur. Bugünkü parti dincilikleri, Nurculuk ve Moskofçuluk safsataları geçerek ve ortada yalnız 3 Mayıs yürüyüşünü yapan Türkçüler kalacaktır. Bu yürüyüş devam ediyor. Türk orduları ata ruhlarının dolaştığı Altay ve Tanrı Dağları eteklerinde resmî geçit yapıncaya kadar devam edecektir.[1]

    Hüseyin Nihal Atsız’ın daha o dönemlerde söylediği Bu yürüyüş devam ediyor. Türk orduları ata ruhlarının dolaştığı Altay ve Tanrı Dağları eteklerinde resmî geçit yapıncaya kadar devam edecektir. sözleri de bizim 3 Mayıs Milliyetçiler Günü ile ilintilediğimiz Türk Devletleri Teşkilâtı’nın önemini daha da çok ortaya koymaktadır.

    TDT[2] ortak bir dil, kültür ve dayanışma temelinde inşa edilmiş, SSCB dağılıp Türk Cumhuriyetleri bağımsızlığını kazandığında, Türkiye önderliğinde “Türkçe Konuşan Devlet Başkanları Zirvesi” olarak 1992 yılında toplanan, daha sonra 2009’da “Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi” (Türk Keneşi)[3] olarak kurulan bir topluluktur. Eğitim, kültür, turizm ve ekonomi birliği ve bir takım projelerle desteklenen ve yoluna devam eden Türk Konseyi 12 Kasım 2021’de İstanbul’da yapılan 8. Zirvesi ile tarihi bir karara imza atmış ve Türk Devletleri Teşkilâtı olarak yeni ismini belirlemiştir.

    İstanbul toplantısının ardından konseyin adının değişmesinin yanı sıra, yalnızca nitel olarak değil nicel olarak da bir takım değişiklik ve yeniliklere gidilmiştir. 2040 yılına kavl edilen “Türk Dünyası Vizyonu” Türk Devletleri arasında birlik ve beraberlikleyükselen Türklük şuurunun stratejik bir belgesi olarak kabul edilmiştir. Siyasi, ekonomik, ticari ve Türk halkları arasındaki ilişki ve muhabbetin gelişmesine yönelik hedeflerin yanı sıra Türk Dünyası’nın uluslararası toplumla olan ilişkilerini yönelik hedefler belirlemiştir.

    Özellikle Slav ırkının parçalanmasına sebep olan Ukrayna ile Rusya arasındaki savaş göz önüne alındığında, Türk Dünyası arasındaki bu birlik ve beraberlik, karşılıklı güven ortamı oluşturmak ve çeşitli alanlarda ilişkileri geliştirmek, ilerletmek ve ortak Türk kimliği temelinde ortaya çıkacak bütünlük Türk Dünyası’nın gücüne güç katacaktır. Kültür köprülerinin yanı sıra, ortak dil, ortak tarih çalışmalarının da gerçekleşebileceği, nüfusu 300 milyonluk bir yapıya denk gelen bir coğrafya şüphesiz ekonomik iş birliği imkanlarının gelişmesine de kapı aralayacaktır.

    Dünyaya Türk’çe bir duruş, dünyaya Türk’çe bir haykırış, dünyaya Türk’çe bir birlik ve beraberlik örneği olacak ve gün geçtikçe daha da güçlenerek yükselecektir.

    Türkiye ile beraber 7 Türk Devletinin bir araya toplanma projesi Turancılık ülküsü çerçevesinde değerlendirilmelidir. TDT ,gönül ve kültür sınırlarının birleştiği, yıllardır özlemini duyduğumuz Türk Birliği’dir. Bu birlik içerisinde dünyadaki tanınmışlık engeli halen gönlümüzde yara olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti de TDT kanalı ile dünya arenasında yerini alacaktır.

    Nitekim Sayın Genel Başkanımız Devlet Bahçeli de, 12 Kasım 2021 tarihinde ülkemizde düzenlenen; Türk Devletleri Teşkilâtı 8. Zirvesi sonrasında üzerinde bizzat çalıştığı, özel olarak tasarlayıp çizdirdiği Türk Dünyası Haritası’nı kamu oyu ile paylaşarak,  Türklüğün vicdanına, Türk Milleti’nin yüksek irfanına nesilden nesile ve elden ele taşınacak bir bayrak gibi emanet etmiştir.

    Bu noktada Türkiye ve Ankara merkezli şekillenen Türk Devletleri Teşkilâtı;  Başbuğumuz Alparslan Türkeş’in , Atsız Ata’mızın 1944 Ankara Nümayişinin,  Altaylarda, Tanrı dağlarında, Balkanlarda, Horosan’da, ve dahi gözlemci üye olarak yer alan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde devam eden nümayişinin Türk’çe bir devamı değildir de nedir ?

    Şüphesiz tüm dünyada Türklerinin sınandığı, maruz kaldığı olaylar tarih boyunca bitmediği gibi, tarihi süreç içerisinde de bitmeyecektir.  Türk Devletleri Teşkilâtı ve dünyadaki tüm Türklerin birlik ve beraberlik içerisinde olması değişen dünya dengeleri içerisinde her zamankinden daha da elzemdir.

    Türk birliği ve Türk milliyetçiliği Türkiye’nin, dünya Türklüğünün muharrir ve mimarıdır. 

    Bu vesile ile kendisini aidiyet ve gönül bağıyla Türk hisseden, Türklük gurur ve şuurunu kendisine yaka rozeti edinmiş, var oluşunu, varlığını Türk Milleti’nin varlığına armağan eden, milletinin mukaddesatına adayan herkesin 3 Mayıs Milliyetçiler Günü’nü kutlarken, 3 Mayıs 1944’ün vefakâr isimlerini, tüm dava şehitlerimizi, İsa Yusuf Alptekin’den Dr. Sadık Ahmet’e, Ebulfez Elçibey’den İsmail Gaspıralı’ya kadar Türklüğün tüm simge isimlerini rahmetle anıyorum.

    “Bu yürüyüş devam ediyor.

    Türk orduları ata ruhlarının dolaştığı Altay ve Tanrı Dağları eteklerinde resmî geçit yapıncaya kadar devam edecektir.”

    Yaşasın 3 Mayıs ruhu!


    [1] Makale: Hüseyin Nihal Atsız, Bizim Günümüz, Ötüken, 15 Mayıs 1965, 17. Sayı

    [2] Türk Devletleri Teşkilâtı

    [3] Teşkilât ; Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi adıyla, 1992-2010 yılları arasında yapılan Türk Dili Konuşan Ülkeler Zirvesi sonrasında, Türk dilleri konuşan ülkeler arasındaki bağın güçlendirilmesi amacıyla 3 Ekim 2009 tarihinde Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Türkiye arasında imzalanan Nahçıvan Anlaşması ile kurulmuştur.

    *Bu makale Yeni Düşünce Dergisi 874. sayısında yayınlanmıştır.

  • VAHDET VAKTİ

    “Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.

    Ümmîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!”

    Mehmet Akif Ersoy

    İçimizin ağıtı dinmiyor, kim bilir hangi vakit gülmeleri ve normalleşmeleri kucaklayacak benliklerimiz. Bir yandan umumi bir hüzün ve acıyla dertlenen taraflarımız, bir yandan sıkı sıkıya bağlı olduğumuz ümidimizle birlikte, dayanışma ruhumuz, beraberliğimiz, itidal dolu imanımız…

    Hükümdür, dinen ve örfen, milletimizin arasındaki birlik ve beraberlik farz-ı kifayedir. Ahlaklı milliyetçiliğimiz birbirimiz ile sıkı sıkıya bağlar kurmamızı emreder. Coğrafyamızın tüm insanını sinemize basmayı, yüreğimiz ile beraber toprağımızda büyütmeyi, korumayı, kollamayı, yaşamdan ölüme uzanan çizgide her daim sahiplenmeyi anlatır. Mazimiz, mefahir geçmişimiz, ecdadımızdan aldığımız fıtrat ile tanımladığımız asil Türklük şuur ve ruhumuz terkibini bu gerçeklik üzerine kurmuştur.

    Zehirli bir hançer gibidir oysa birbirimizden uzaklaşıp da, ferasetten yoksun içimizden yıkmaya çalışanların riyakar ve dalkavukça arzularının girdabına düşmek. Daim bir basiret ve uyanıklıkla birbirimize tutunmaktır zor günlerin zırhı da. Köklerimize, birbirimize, topraklarımıza, bizden olanlara tutunmaktır kuyunun içerisinden bize uzanacak ipin adı.

    O ipin ucundan tutmak üzere gezdik durduk günlerce öz yurdundan ayrılıp da gelmiş kanlarımızın, ev olsun diye başlarını, evlatlarıyla birlikte canlarını soktukları yurtlarda. Adımlarken ne ile karşılaşacağımızı bilmeden tek dilek ve isteğimiz yüreklerimizi birleştirme arzusuydu her zamanki gibi. Her zamanki gibi belki çok bir şey yapamam ama değil midir ki tarafım, hassasiyetim belli olsun, yüreğimin yangınına tarih de şahit olsun dileğiydi.

    Onlarca yüreği yanık, onlarca yurdundan yuvasından ayrılmış, onlarca sevdiklerini, sevdiceklerini, evlatlarını, annesini, babasını, kardeşini yitirmiş muhataplığımız sonrası ağız birliği etmişçesine büyük bir itidal, devlete güven ve büyük bir iman ile karşılaştık.

    Öyle bir felaket ile yüzleştik ki, tarifinin mümkün olmadığı yerde sızısı, acısı gönüllerimizde zelzele etkisi yarattı. Akşam planlanan hayatın sabahki yankısı ömrün tam ortasına atılan bir neşter gibiydi.

    Yine de mücadelemiz, birliğimiz, beraberliğimiz, karakterlerimize kodlanan yardımlaşmayla, dayanışmayla örülen yanlarımız imdadımıza yetişti.

    Dayanışmamızın Temeli

    Bir topluluğu oluşturan bireylerin ortak duygu, düşünce ve çıkarlar etrafında birbirlerine karşılıklı bağlanması, destek ve yardımcı olması anlamına gelen “dayanışma” (Solidarizm) kavramını sistematik bir şekilde ele alarak kuramsallaştıran ilk sosyolog Émile Durkheim’dır.

    Durkheım geleneksel toplumların basit sosyal yapılarını modern toplumların karmaşık iş bölümüyle karşılaştırmak ve analiz etmek için iki toplumsal düzen biçimine ayırdı. Bunlar;

    -Mekanik  Dayanışma

    -Organik Dayanışma

    Türk Milleti olarak Durkheim’in bu modellemelerinden karakterimize en uygun dayanışma şekli “Organik Dayanışma” modelidir.

    21.02.2023 tarihli TBMM Grup toplantısından Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin de değindiği Solidarizm akımı İkinci Meşrutiyet’i takip eden yıllarda ortaya çıkmış ve Türk aydınları tarafından da incelenmeye alınmış, modellenmeye başlanmıştı.

    Avrupa’da yaygınlaşan ve dayanışmayı esas alan “Solidarizm” akımı bizde .“Tesanütçülük”[1] kavramı ile  karşılık buldu.

    Bu kavramın en önemli temsilcisi ise Ziya Gökalp idi. Ziya Gökalp toplumdaki birlik ve beraberliği sağlayarak, dayanışmaya uygun şekilde “milletleşmenin” öneminden bahsetmiştir.

    Milletleşmenin öneminden bahsederken kullandığı en önemli kavram “millî dayanışma” kavramıdır.

    O’nun bu yaklaşımı Türk toplumunu anlamak, çöküşten ve parçalanmaktan kurtarmak için anahtar vazifesi görmüştür.

    Zira dünden bu güne milletimizin çizgisini, afet, felaket, savaş, seferberlik ve tüm buhranlı dönemleri değerlendirdiğimizde, Türk milletinin her dönemde bu hasletlere haiz bir karakter bütünleşmesiyle davrandığını ve milli dayanışma ile tüm olumsuzlukların er ya da geç üstesinden geldiğine şahit olmaktayız.

    Fikirlerimizin babası Ziya Gökalp’tir diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün de Ziya Gökalp’in en çok milliyetçilik, dayanışma ve bütünleştirici tarafından etkilendiğini söyleyebiliriz. Zira o günlerde ortaya çıkan tarih, dil, halkçılık, kültür, aile hukuku gibi alanlarda yapmış olduğu inkılapların çoğunda Ziya Gökalp’in bu izleri bulunmaktadır.

    Osmanlı İmparatorluğu’nun sıkıntılarla dolu son yıllarından müthiş bir silkiniş ve inanışla Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran felsefe ve ortak akıl işte temeline milli birlik ve beraberliği almış ve milletin sinesinden fışkıran dayanışma ruhunu da önüne katarak ilerlemiş, doğrulmuş ve zafere ulaşmış bir akıldır. Bu günlerde 100. Yılına ulaştığımız fakat o zamanlarda acıların içerisinde sancıyla gerçekleşen bu doğum müjdeli şafaklara ulaşmıştır.

    Şüphesiz yurt ve millet ahlakı ve bu noktada milletimizin “ahlaklı milliyetçiliği” projektörümüz olmuştur. Dayanışmamızın temelinde de Ziya Gökalp’in “Yurt ahlakı ulusal ülkülerden ve görevlerden oluşan ahlak demektir. Ulusal dayanışmayı güçlendirmek için , her şeyden önce yurt ahlakını yükseltmek gerekir” sözü ile denk düşen bir inanış vardır. Zira “Vatani ahlakın yüksek olması milli tesanüdün temelidir.” (Gökalp, 2019; Gökalp, 2019) sözü de aynı kaynaktan beslenmektedir.

    Vatani ahlakın yüksek olması demek, milleti oluşturan bireylerin yüksek bir vatan millet şuuruyla birleşip bütünleşmesi, milli kültüre haiz olması demekti. Geçmişten günümüze baktığımızda Türk milleti olarak iliklerimize kadar işleyen, belki bizlerin bile farkında olmadığı bu yüksek seciye bu günlerde bir kez daha karşımıza çıkmıştır.

    Vatanını, milletini seven insan vatanının, milletinin kucakladığı tüm insanları da seviyor anlamına gelmektedir. Hangi görüşten olursa olsun bu noktada tek çıkış kapısı, tek hareket noktası vardır, o da  bir musibet anında vatanının, milletinin, devletinin yanında durmaktır. Ortak bilinç ve ortak duyguların başlangıcı budur. Millet olmanın hal tercümesi böyle zamanlarda daha net bir şekilde anlamını bulmaktadır.

    Başbuğumuz Alparslan Türkeş Dokuz Işık isimli eserinde şöyle ifade etmektedir;

    “Milletimizin seciyesinde saklı bulunan yaratıcı kudretin lütfu olan meziyetler Türk milletini her engeli aşmaya , her zorluğu yenmeye yeterli kılmaktadır.

    Türklük beşeriyet için müspet ve ilahi bir misyona sahiptir.” (Türkeş, 2015)

    Başbuğumuzun ifade ettiği ve beşeriyet için müspet ve ilahi bir misyon olarak anlattığı asil ruh ve fıtrat bu günlerde kendi insanımızın yeniden doğruluşu, silkinişi, Anka Kuşu misali küllerinden yeniden doğuşuna vesile olacaktır. İlahi bir emir gibi Türk’ün her evladına kodlanan asil fıtrat bu günlerdeki birlik ve beraberlik yansımasından da okunmaktadır.

    Milletimiz 6 Şubat tarihinde ard arda yaşadığımız 7,7 ve 7,6  şiddetindeki depremlerin yaralarını 10 ilimizi de bağrına basarak, kenetlenip bu imanla yükselecek, yüreklerini birleştirip birlik ve beraberlik mayası ile yükselecek, ellerini birleştirip vatan, millet aşkıyla yükselecek, bir ananın duasında, bir yavrunun göz yaşında yükselecek ve nihayetinde Ergenekon’da devleşip demirden dağları erittiği, tüm engelleri ve olumsuzlukları devirdiği gibi bu günlerden de yükselerek doğrulacaktır.

    İnancımızın temelinde bu gerçeklik, milli birlik ve beraberlikle hemhal olan sinemizde bu manevi şuurlanma vardır. Bu şuurlanma binlerce yıllık mazimizden bu günlere sürüklenip gelen kıymetlerle sarıp sarmalanmıştır, hız almış ve kuvvetlenmiştir.

    Bu kuvvetlenmeyi ve şuurlanmayı bu günlerde görmek bizleri mutlu etmektedir. Özellikle “Z kuşağı” diye ötekileştirip, gruplaştırılan ve adeta bize ait olmayan bir gençliğin yansımasından bahsedenlere topyekün gençlerimizin de başrolde olduğu bir dayanışma ve yardımlaşma örneği sergilenmiştir. Ve aslında Genel Başkanımız, Liderimiz Devlet Bahçeli’nin “Kahırdan Allah’ın izniyle lütuf doğacaktır” sözleri ete kemiğe bürünmüştür. 

    Ülkü Ocaklarımızın ve ülkü ocaklı gençlerimizin her deprem mahalinde cansiperane, canhıraş mücadelesi tarihe geçmiştir. Sosyal medyada kendi aralarında yardımlaşma çağrısında bulunan, depremin ilk gününden itibaren gerek enkaz altındakilere sosyal medya kanalıyla yardım etmeye çalışan, gerekse sonraki günlerde dayanışma ve birlik, beraberliğin içerisinde başrolde bulunan aynı gençliktir. Necip Fazıl’ın ifadesiyle bu gençlik “Zaman bendedir ve mekân bana emanettir!” şuurunda olan gençliktir.

    Bu gençlik; fıtratın, kanın ve şuurun aynı olduğu, sözde özü, özde bütünü ve bütünde büyük Türk milletini gören, gözeten, düşünen ve bugünü ve yarını için kafa yoran Türk gençliğidir.

    Bu gençlik Türk milletinin yarınlarıdır. Aydınlık sabahların müjdecisi, doğacak her güneşin ayrı bir haresidir. Dudaklardaki türkü, bir ezginin güftesi, bir şiirin her bir mısrasıdır.

    Asil Türklüğümüzle birlikte yüce dinimiz İslam da bir Tevhid dini olarak birlik ve beraberliği emreder. Tevhid Allah’ın birliğinin yanında, sosyal kaynaşmayı, kenetlenmeyi, birleşmeyi ve bütünleşmeyi hedef alır. Cenab-ı Allah “Topluca Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve parçalanmayın!”[2] buyurmuştur.Türk milletikesreti reddeden, hayati konularda aynı tavır, duruş ile vahdeti ifade eden ve bütününe bunu yansıtandır.

    Bundan asırlar önce atalarımız Bilge Kağan Yazıtı’nda ; “Derlenip toplanıp, birlik ve beraberliğin önemini yazdım, Aldanıp dağılmanın ölüm olduğunu taş üstüne kazdım”. derken de bize bıraktığı en büyük miras ve öğüdün bu birlik ve beraberlik olduğunu anlatmıştı.

    Atalardan öğütlerle, yücelerden emir ve buyruklarla kut aldığımız bu coğrafyada bir ve beraber olmaktan başka çaremiz yoktur.

    Milletimizin duruş ve davranışlardan yansıttığı ferasette de hissettiğimiz tüm çağrıların yerini bulduğudur. 

    Cenab-ı Allah vatanımızı, milletimizi ve devletimizi korusun, kollasın, yüceltsin.

    Canlarımıza rahmetle, daim birlik, beraberlik ve vahdetle…

    Kaynakça

    Gökalp, Z. (2019). Türkçülüğün Esasları. Z. Gökalp içinde, Türkçülüğün Esasları (s. 86). Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Kütüphane ve Dokümantasyon Merkezi.

    Türkeş, A. (2015). Dokuz Işık. İstanbul: BilgeOğuz.


    [1] Tesanüd: Arapça snd kökünden gelen tasānud تساند z “bir şeye veya birine dayanma” sözcüğünden alıntıdır. 

    [2] Âl-i İmran, 3/103.

    Bu makale Yeni Düşünce dergisi Mart 2023 tarihli 872. sayısında yayınlanmıştır.

  • BAŞBUĞUM.

    …….

    Başbuğum,

    O kar altında seni uğurladığımız günden kaç asır geçti ben de bilmiyorum.

    Ve ben seninle kaç zamandan beri hasbihal yapmıyorum, o Gökçen Kız’dan bu yana neler gitti, neler kaldı, ne değişti, kimler geldi, kimler gitti, kaç ağaç çiçekleriyle baharı muştuladı ya da kaç kar daha yağdı senden sonra kardelenlerin üzerine bilmiyorum…

    Bilmiyorum acıdan arta kalan sabrın ve sonunda ulaşılacak selametin kaç ölümü daha böyle göğüsleyeceğini? Bilmiyorum yaşanan ya da yaşanmayanı, olanı ya da olması gerekeni, ya da duygularımızın hangi bozkurt selamında asılı kaldığını, hangi kara gözlüden miras kaldığını bu içimize mıh gibi çakılı sızının, bilmiyorum…

    O zaman bir Beşinci Mevsim türküsü tutturmuştum da 5.Mevsimlere yollamıştım gelecek güzel günleri. Gelecek geldi, güzel günler bir tek yavrumun gözlerinde umudu müjdeledi. Yavrumun elleri de Bozkurt yaptı zamanla, dilleri seni de söyledi, tanıdı seni de anlatmadan, karakterine kodlanan ve hep ısmarlanan iyi niyetler adına tanıdı, anladı, sardı, sarmaladı… 

    Her geçen gün daha da kararan ama yine de her sabah umuda uyandığımız sabahlar ve akşamlardır yaşadığımız. Bizden sandıklarımızın, dilinde, sözünde ve yemininde sana olan sadakat ve bağlılıktan bahsedenlerdir kırık yanlarımız.

    Başbuğum, 

    Ahir zaman elbette karışacak yalanlar ve gerçekler birbirine. Biz de bazen yalanların bazen de çok gerçeklerin ağırlığını taşıyoruz çokça. Seni zamanında sırtından vurduklarında yalnız bırakmayanları yalnız bırakmıyoruz. Ve yaşadıkça ve her seferinde anladıkça niyetlerini sana ve senin bıraktıklarına daha da bağlanıyoruz. İnadımızdan zannedenlerin tam tersine inandığımızdan, imanımızdan ve bağlılığımızdan dimdik, aynen senin de dilediğin ve arzu ettiğin gibi Bozkurtça duruyoruz ihanetlerin karşısında. 

     

    Canımız da yanıyor elbette. Can cana bilirken canımıza kan kata kata çıkarıyoruz ihanet oklarını. Her ok saplandığında irkiliyoruz tabii. Artık nereden geldiğini bile anlamıyoruz. Dedim ya Başbuğum ahir zaman, yalan ve gerçek dost ve düşman ipince bir çizgi, kader gibi, beyazına üzerine yazılmış beyaz bir yazı… 

    Derin bir sızı… 

    Bazen de gözyaşı… 

    Ama sana hep özlemlerin büyüğü, sana hep sevdaların en güzeli ve ebedi varlığına minnetlerin en yücesidir duyduğumuz… 

    Hep atadan alarak atiye emanet ederek inandığımız, hep nice güzellikler adına dua ettiğimiz ve bir gün gerçekleşeceğine biat ettiğimiz Kutlu Ülkümüz adına, ilkinden sonuncusuna kadar giden her canımız, şehitlerimiz adına, tüm Bozkurtların ve Asenaların adına ;

    Seni Unutmadık Başbuğum… 

    Unutmak Tükenmektir… 

    Aziz hatıran önünde saygı ve minnetle…


    25.11.2017

  • Gerisi ne nâr,ne hâr,Gerisi Cennet Bahçesi..

    Ne kalemimiz ne de kelamımız yön değiştirdi.

    Anlattığımız her şeyin yerli yerinde ve sabit seyrettiğini görmeniz için sadece bizim gibi bakmanız gerekiyordu. Kaç şehir ziyaret ettik tüm olanlardan sonra, kaç kez sırdaşlık ettik adını da suretini de yeni duyduklarımıza. Her seferinde aynı heyecanla seyrettik zamanın içerisinde. Yılgınlık, bitkinlik göstermemiz için inanmamamız lazımdı geçmişte tüm olanlara, hem de bizden olanlara. Fakat tüm bağlılığımız ile oradaydık, siz de hep gönlümüzde, buradaydınız.

    Zannettiniz ki değişen her şey ile birlikte biz de değiştik. Bunu hissetmeniz bile sizin değiştiğinize gösteriyordu cümle iklimlerde. İkileme düşen yalnızca zamanda varlık gösteren “zannettiğiniz” karakterlerinize aitti. Bir işaretle silkelenecek, bir işaretle yerini, yönünü yeniden çevirecek bir haleti ruhiyeydi sizinkisi.

    Ben biliyordum, ama ya onlar ?

    Onlara anlattığınız her ne ise ben inanmamıştım gördüklerimin bana yansımasından. Koruma duygularınızı birinden alıp diğerine vermeniz “Yoklar ama hep Varlar” kurumuna katkı sağlayacaktı oysa. Hep yaptığınız buydu geçmiş zamanda da. En çok söyleyip eleştirdikleriniz yine sizlerin kanalıyla eleştiri potasından çıkıyordu. Zaman geçtikte en çok eleştirilen de siz oluyordunuz ama itirafçılar bu kez size itiraf edemiyordu. Öyle öyle devam edecekti işte tüm bilinmezlikler, diğerleri köşe başlarında konumlanıncaya kadar sizin sözleriniz yer alacaktı sözlerin başında. Sorsanız hepsini anlatırdık ama siz sormamayı tercih ettiniz duyacaklarınız cephenizi sarsmasın diye…

    Son zamanlarda çokça yazıp çizdiğiniz hiçbir şeye inanmadığım gibi, hareketlerinizin tutarsızlığından yansıyan ikileminize de inanmıyordum. Dokunulmazlık zırhıyla havsalamda yer bulmuş varlığınız “her anlatılana” inanma ayarına doğru gidiyordu. “Ah minel aşk” demeseydi çarpan yürekler sizin sözlerinizin de bir hükmü yoktu oysaki. Şahsa göre değişen şahsiyetsizlik çizgisiydi artık geçer akçe. Birinin üzerinden diğerine göndermelerde bulunanların ayarı, eleştirdiği şeyi kendisi yaptığı anda ayarsızlığa dönüşüyordu. Hiçbir hükmü olmayan hükümsüzlere verdiğiniz kıymet ve zamanı gelip de şartlar olgunlaşıncaya kadara kadar çizdiğiniz rollerin, oluşturduğunuz devlerin hepsi devimini ve tekamülünü yarım bırakmış, ne olmuş ne olmamış kıvamda bela silsilesine kapı aralıyordu.

    Bela ise kime belaydı, özünde sana, devamında bana, hep sana, hep bana, hem sana, hem bana, bela ise hepimize belaydı!

    Neler olmuştu oysaki değil mi ?

    Bunların hepsinde beraber , birlikte ve eş zamanlı kaygılarımız oluşmuştu. Günlerce kelimeler kavuşmasa da, sözler bir araya gelmese de , günlerin sonunda sözler de, kelimeler de aynı cümleler de vuslata ererdi hiç konuşmadan. Kimse bilmese de yıllardır çizilen çizginin ana damarını tüm bu gerçeklikler oluşturuyordu. Şimdi yapılan “kolpalıklar” bile bizden değildi, yapılan “kahpelikler” bile bize ait değildi, yapılan “yanlışlar” bile devşirilmiş gibiydi.

    Güzel olanı devşirirken çirkini devşirmek de kimin fikriydi ? Bu kadar mı kin gütmüştünüz geçmişinize, inandıklarınıza, içerisinde kimliğini bulduğunuz mekanlara, içerisinde karakterinizi oluşturmuş kodlamalara, adınızı bile söylemezken size adınızla birlikte koskoca bir geçmişi geleceğinize armağan eden gerçeklerimize?

    Sorular, sorular, sorularda kayboldu doğrular cümlesini kuralı bin asır olmuştu belki ama dün kurulmuş kadar da hafızamız diri ve canlı iken nereden çıkmıştı tüm bu olanlar ?

    Kimin fikriydi o bize ait olmayanlar ? Mesela benim yazdıklarımı hiç anlayamayanlar, onun yazdıklarını anlamak için kafa dahi yormayanlar, senin, onun gelecek tasavvurlarından yansıyan cümlelerle onu, beni, bizi bir çırpıda harcayanlar ? Rüyamda görsem uyanmak için canımı vereceğim “yalanlar”, gerçek diye sunulmuş ise pazarınızda, şimdi kime hangi rüyanın gerçek olacağına dair adanmış, inanmış cümleleri geliştireceğim?

    Ne özne yerinde, ne de yüklem, cümleler ise alt üst, ne sen, ne de ben yerimizdeyiz farkında mısın ? Mekan gönüllerdi oysaki ,şimdi akıllar karaborsa, gönüller firarda, sızmadığımız, sızamadığımız gönüller susuz, anlatamadığımız kadar anlamsızız adı dışında hiçbir tarafıyla aramızda olmayanların diyarında.

    Çıkmak lazımdı arada bir gerçekleri görmek için bulunduğunuz çerçevelerden, pencereyi açmak lazımdı temiz havayı bir kez daha ciğerlerine çekmek için, bir kez daha aklınla, fikrinle ve hayallerinle dans etmen gerekliydi görüş, bakış ve duruş alanlarına es kaza girmişlerin yarattığı halüsinasyonu temizlemek için bakış açından. Arada bir de durmak lazımdı yürürken arkanda bıraktığın enkazda bana ait ne var acaba diye bakmak için. Enkazın içerisinden çekip alman gerekliydi seninle birlikte aynı yöne bakanları, aynı hayallerde hemhal olanları, aynı cümleleri geliştirecek kıvamda canına işleyenleri, aynı kanın aidiyetinden beslenenleri görmen lazımdı.

    “Ölene kadar sorumlusun gönül bağı kurduğun her şeyden” sözünü çocukluğumuzdan alıp büyüklüğümüze (!) geri getirmek zamanı gelmiş olmalıydı değil mi ?

    Geçmişten aldığımız bir mektubu geleceğe iletmekle sorumlu bir ulak olduğumuzu unutmadan meyletmek, akletmek…

    Gerisi ne nâr,ne hâr,

    Gerisi Cennet Bahçesi..

  • Hikâyesi gerçek olanlar…

    Hikâyesi gerçek olanlarla, hikâye yazma heveslilerinin çarpışmasıydı o gördüğüm.

    O gördüğüm birileri sırat köprüsünden geçerken heveslerinden hevâ bayrağı çekenlerdi.

    Kaderin açtığı yollarda mücadele edenlerle, kaderini hevesleriyle süsleme gayreti içerisinde olanlardı.

    Bir yanda mutlak gerçekler, diğer yanda gerçek diye kabul ettirilmeye çalışılan hevesler.

    Bir yanda zaaflarını zaferleriyle besleyenler, diğer yanda bir diğerinin zaafını zaferi haline getirenler.

    Söylemiyor diye bilmiyor zannedenler, susuyor diye fark etmediğini düşünenler, anlık muhataplıklardan her geçen gün biraz daha karakter kaybedenler.

    En sığdaki derinler, derinken sığ gömleği giyenler.

    Gönülden düşenler, düşerken birer birer dökülenler.

    Bin yıldan eski, bugünden yeni.Hikâyesi gerçek olanlar…

  • Cemiyetin Üç Rüknü;Aile, Devlet, Millet

    Türk tarihinin kökü ve dinamik çekirdeği Türk aile düzeni idi. 

    Devlet teşkilatının küçük örneği de bu bitip tükenmeyen enerji kaynağı idi. 

    Türk devletlerinin özelliklerini de devletleri kuran bakanlarda değil, 

    eski Türk ailesinin düzen ve zihniyetinde aramak lazımdır. (Ögel, 1971, s. 18)

    İnsanın gözünü ilk olarak açtığı yer ailesidir. Hayata dair birçok değeri, kimliği, karakteri aile içerisinde şekillenir.  Aile ve kültür ilişkisini değerlendirdiğimizde birbirinin taşıyıcısı özelliğinde olmaları konusunun altını da çizmemiz gereklidir. O sebeple bu önemli ve toplumun gelişiminde hayati öneme sahip olan konuların öncelikle münferit olarak tanımlarını yaparak başlamamızda fayda vardır. Her iki kavramında temel niteliklerini belirttiğimizde aralarındaki kıymetli bağlantıyı da büyük oranda anlatmış oluruz. 

    Her toplum temel yapısını oluşturan ailelerden meydana gelir. Sağlam, güçlü ve sağlıklı bir toplumun teşekkül etmesi için güçlü, düzenli ailelerin oluşması gereklidir.  Aile yapısının sağlam bir düzende devam etmesi için toplumu düzenlemek gereklidir. O sebeple Anayasamızın, Ailenin Korunması başlığını taşıyan 41. maddesinde “Aile Türk toplumunun temelidir. Devlet ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlanmasının öğretimiyle uygulamasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır ve teşkilâtı kurar” hükmü yer almıştır.

    T.S Eliot’a göre “Kültür bir bütün olarak toplumun mahsulüdür. Hayatı yaşamaya değer yapan şeydir.” Ziya Gökalp’e göre “Kültür yalnız bir milletin dini, ahlaki, estetik, lisani, iktisadi ve fenni hayatların ahenkli bütünüdür” 

    Bu tariflerden hareketle kültürü bir millete, aileye ve dolayısıyla fertlere şahsiyetini kazandıran diğer milletlerle ortak ve farklı yönleri ortaya çıkarmaya yarayan maddi ve manevi değerlerin bütünü olarak görebiliriz.

    Bütün bunlardan hareketle aileyi kültür üzerindeki taşıyıcı etkisiyle değerlendirdiğimiz zaman manevi kültür, inançlar, değerler, normlar ve kültür konularından oluştuğunu görürüz. Kültürle ilişkisi bakımından aile nesilden nesle nakledilirken süreç içerisinde değişime uğramakla birlikte, Türk milli kültürü özelinde değişik dönemlerde benzer özellikler de gösterebilmektedir. Bozkır kültürü dediğimiz, aslına en yakın Türk Kültürü içinde cemiyet şeklini ortaya koyabilmek için bazı imkanlara da sahibiz. Bu hususta Gök-Türk topluluğu sosyal bünyesi herhalde hareket noktası vazifesini görebilecektir. Ana kaynağımız Orhun kitabelerinde geçen,konu ile ilgili tabirler meseleye ışık tutacak durumdadır.(Kafesoğlu, 1997, s. 219)

    Orhun Abideleri ve Aile 

    Anneyi, babayı ve aileyi hep birlikte ele alan ve tanımlayan ifadeler Türk medeniyetinin en önemli yazılı kaynağı olan Orhun kitabelerinde yer almıştır. 

    “Yukarıda Türk Tanrısı, Tiirk(iin) mukaddes yeri, suyu öyle tanzim etmiş, Türk milleti yok olmasın diye, millet olsun diye babam İlteriş Kağanı, annem îlbilge Hatunu göğün tepesinden tutup yukarı kaldırmış olacak… Türk milletinin adı sam yok olmasın diye, babam kağanı, annem hatunu yükseltmiş olan Tanrı, il veren Tanrı, Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye, kendimi, o Tanrı, kağan (olarak) oturttu tabiî “

    Oğuz destanında, Oğuz Han şöyle diyordu: “Kun tuğ bolgıl, kök kurıkan!” Yani: “Güneş, tuğumuz, bayrağımız olsun; gök de çadırımız!” derken Gök kubbeyi devletin, çadırı ise ailenin örtüsü olarak gördüğü bilinmektedir. Bu sebeple devlet ve aile intizamı arasında yakın ilişki bulunmaktadır. Ailelerin sağlam ve dengeli olduğu toplumun genelinde de aynı uyumun devam edeceğine değinilmiştir. 

    Ya da “Türk ailesi devletin ve ordunun temelidir. Bu sebeple Türk ailesini yalnız folklarda değil, Türk tarihinin gelişmesi içerisinde aramak gerekir” sözlerinin sahibi Bahaeddin Ögel’in de Türk ailesinin bu özelliğine değinmektedir. (Ögel, 1971, s. 239)

    Türk ailesindeki uyum ve birliktelik çok eski zamanlardan kalma bir kültür kodlamasıdır. Anneye, babaya, büyüklere saygı ve aynı zamanda “İki atanın hakkı birdir” sözüyle doğrulanan, evlendiği kişinin annesine, babasına karşı da aynı saygı ve sevgi içerisinde olunmasını işaret eden sözlerde kadim kültürümüzün en önemli parçalarındandır. O zaman teşekkül eden ve sağlıklı bir Oğuz toplumunun kurulması hususunun ön plana çıkarılarak, aile içerisindeki sağlıklı iletişim ve saygının de en üst seviyede olduğu görülmektedir. Evlatların analarına karşı olan yükümlülükleri, Tanrı’ya karşı olan yükümlülükleri kadar kutsaldır.

    Eski Türk ailesi hukuk töre sistemi çerçevesinde korunmuştur. Atalardan gelen bu miras bütünlük içerisinde aynı boydan gelenler tarafından bütünlük içerisinde korunmuştur. 

     

    Dede Korkut Hikayeleri

    Dede Korkut hikayeleri Türk evlilikleri ve aile yapısı hakkında çok önemli bilgileri değinmektedir. Dede Korkut hikayeleri kadınları 4 bölüme ayırarak o dönemin kültürü, yaşayış şekli ve toplum nizamı açısından da bazı ipuçlarını bize sunmaktadır. 

    Dede Korkut kadınları; Solduran Soy, Dolduran Soy, Bayağı Kadın ve Evin Dayağı olmak üzere dörde ayırmıştır. Bunlardan ilk üçü ile evlenmenin uygun olmayacağını ama “evin dayağı kadın” ile evlenmenin ise insana mutluluk getireceğini belirtmiştir. (Ergin, 2017, s. 76-77)

    “EVİN DAYAĞI/DİREĞİ odur ki, kırdan uzaktan eve bir konuk gelse, er adam evde olmasa, onu yedirir, içirir, ağırlar, azizler gönderir. O, Ayşe Fatma soyudur Hân’ım. Onun bebekleri büyüsün. Ocağına bunun gibi avrat gelsin!“ sözleriyle de bunu desteklemektedir. Dede Korkut’un, hikayelerinde Burla Hatun, Banu Çiçek ve Selcen Hatun gibi karakterlerle anlattığı bu kadınlar, soylu ve erdemli, evinin/ocağının sorumluluğunu taşıyan iyi bir anne, at binen kılıç kuşanan cesur, dürüst ve konuksever, aynı zamanda kocasının kendisine akıl danışıp sığınabildiği iyi birer eştir. Ayrıca evlenecek olan kızlara da damatlardan çeşitli isteklerde bulunabileceklerini ve yine kızların tasvip etmedikleri evliliklerin gerçekleşmemesi için damat tarafının yapamayacağı şartlar öne sürebileceğini bildirmiştir. 

    Genel olarak Eski Türk Toplumu

    Eski Türk toplumunda aile, ilk sosyal birlik olan kan akrabalığı esasına dayanıyordu. Eski Türk ailesi “Geniş aile” şeklinde görünmekte ise de aslında “Küçük aile” tipinde kurulu bulunması akla daha yatkın gelmektedir. Dıştanevlenmenin (exogamie) esas olduğu “sulta “ya değil “veliyete” dayanan baba hukukunun geçerli bulunduğu Türk ailesinde evlenen oğullar hisselerini alıp yeni aile kurmak üzere çıkarlar. Baba evi ise en küçük oğula kalırdı. (Kafesoğlu, 1997, s. 220)

    Evlenme veya evlendirme terimleri, evlenen erkek veya kızın baba ocağından ayrılarak ayrı bir ev (aile) meydana getirdiğinin ifadesidir. (Kafesoğlu, 1997, s. 221)

    Ziya Gökalp Türkiye Türklerin aile hayatını da başlıca dört kısma ayırmıştır. Boy, Ocak, Konak ve Yuva ailesi olarak belirtilmiştir. Sonuç olarak eski Türk ailesinin karakteristik yapısını kısaca özetlersek, eski Türk ailesi kan akrabalığına dayalı pederi aile tipidir. Geniş aile yapısına değil küçük aile yapısına sahiptir. Meraların ve ormanların ortak kullanılmasına karşın, kullanılan her türlü teçhizat ve konut özel mülkiyete aittir. Kadın toplumda ve aile içerisinde hürdür, özgürdür ve özel mülklerinde her türlü tasarruf hakkına sahiptir. Türklerde yakın akraba ile evlenmeye rastlanmamıştır. 

    Ailede doğan çocukların satılması ya da öldürülmesi gibi olaylar asla görülmemiştir. 

    Ayrıca kadınların statüsü zamanın medeniyetlerine göre oldukça iyi bir düzeyde seyretmiştir. Kadınlar siyasi ve idari olarak yönetici olarak yer aldıkları, elçileri, devlet adamlarını, yabancı heyetleri kabul ettikleri, gerekirse diplomatik olarak bu tür toplantılara başkanlık ettikleri çoğu kaynakta karşımıza çıkmaktadır. Tarihin her döneminde Türk Kadınının aile içerisinde annelik ve eşlik sıfatlarının dışında çok önemli görevler üstlendiği görülmektedir. 

     

    Eski Türklerde Türk kadını bir taraftan devlet yönetiminin her kademesinde görev alırken, diğer taraftan aile içinde çocuğun terbiyesi, ailenin mali işleriyle ilgilenmesi, çadırın kurulması, çorap örmesi, süt sağması, peynir ve tereyağı yapması, elbise dikmesi işleri de yapmaktaydı. (Sümer, 2017, s. 404)

    Selçuklu Döneminde Aile ve Evlilikler 

    Selçuklu döneminde hanedan mensuplarının evleneceği kişileri seçerken devletin menfaatleri doğrultusunda seçtiği görülmektedir. Genellikle evliliklerinde bozulan devlet ilişkileri düzeltmek ya da var olan ilişkilerin daha iyi bir düzeyde tesisi için gerçekleştirildiği gözükmektedir. Hepimizin de bildiği gibi Türkler başta Çinliler olmak üzere,Bizanslılar, Abbasiler gibi devletlerle evlilik gerçekleştirerek devletin bekası ve bütünlüğü ya da korunması konusunda evlilik yaparak bağlar kurmaya çalışmışlardır. 

    Selçuklu hanedan üyelerinin kendi aralarında yaptıkları ilk evlilik Çağrı Bey’in kızı Gevher Hatun ile Yunus’un oğlu Erbasan arasında olmuştur (Turan, 2021, s. 222).Bu evlilik sonucunda Tuğrul Bey üzerindeki nüfuzu artmış ve çok önemli görevlerin ifası vazifesi de kendisine verilmiştir. Erbasan, Tuğrul Bey zamanında aldığı önemli görevler nedeniyle evlilikten beklentilerini elde etmiştir. 

    Daha sonraki dönemlerde Sultan Alparslan’ın oğlu Melikşahile Yakuti’nin kızı Zübeyde Hatun arasında da evlilik olduğu görülmektedir. 

    Daha sonraki dönemlerde de buna benzer evlilikler Selçuklu devleti içerisinde gerçekleşmiş olup, bu evlilikler ile tabi-metbu ilişkisinin sağlamlaştırılması amaçlanmaktadır. Bu sağlamlıklar neticesinde de evlilikler bekletenlerini karşılamaktadır. 

    Selçuklu hakanlarının, devlet işlerinde hatunları ile istişare ettiklerini, onların fikirlerini önemsediklerini mevkiiler verdikleri bilinen bir gerçektir. Selçuklu sultanlarından Tuğrul Bey’in zevcesi Altun-can, Alp Arslan’ın hemşiresi ve El-basan’ın karısı Gevher, Melikşah’ın zevcesi meşhur Terken, Melikşâh’ın oğlu Mehmed Tapar’ın eşi Gevher ve ‘yeryüzü melikesi unvanını taşıyan Sultan Sancar’ın hatunu Terken, siyasi askerî faaliyetlerde bulunan, devlet işlerinde büyük yetkilere sahip hatunlardır.

    Sultan Melikşah üzerinde ve devlet işlerinde çok nüfuzu bulunan; güzel, akıllı ve sonsuz ihtirasları olan Terken Hatun ise, iç savaşlarla neredeyse Selçuklu İmparatorluğu’nun parçalanmasına sebebiyet veren menfi bir örnektir. (Turan, 2021, s. 223-224)

    Ayrıca Anadolu kurulup gelişen Bacıyan-ı Rum (AnadoluBacıları) teşkilatının da Ahi Evran teşkilatı gibi esnaf yapılanmasının içerisinde kurulan, dünyanın ilk kadın teşkilatı olma gerçeği de bu döneme aittir. Çoğunlukla savaşan eşlerinin bulunmadığı dönemlerde hem Moğol istilasına karşı pusatlanıp, at binip savaşmayı da öğrenen kadınlar olmaları gerçekliği bir tarafa, diğer yandan da biçki, dikiş ve gön (deri) konusunda da uzmanlaşarak ticari hayata da katkıda bulunmaları ve ayrıca aile ekonomisine ciddi destek oldukları da görülmüştür. 

    Osmanlı Aile Yapısı 

    Osmanlı İmparatorluğu 600 yıldan fazla olan tarihinin, her aşaması, her döneminde Türk töresinin ve İslami unsurların sentezini yansıtan, 3 kıtaya hükmeden bir imparatorlukla erkeğinin yanı sıra kadınının da katkısını yadsıyamayacağımız bir dünya devleti gerçekliğidir. 

    Çoğunlukla haremden ibaret gibi gözüken ve yansıtılan Osmanlı kadınları, kurmuş oldukları vakfiyeler ve yardımlaşma cemiyetleri ile günümüzde bile hala varlığını gösteren birçok yapılanmanın içerisinde bulunmuşlardır. Sosyal devlet olma gerçekliği içerisinde gerek şahıslarına aitolan bütçe ile camii, medrese, kervansaray ve vakıflar kurmuş, gerekse harem içerisindeki diğer hatunları da bu sosyal yardımlaşma konularına gönendirerek Osmanlı İmparatorluğu içerisinde gelecek nesillere de uzanacak bir köprü görevi üstlenmişlerdir.

    Harem içerisindeki eğitim sistemine tabii olmuşlar ve Enderun’da olduğu gibi yedi ya da sekiz yıllık bir eğitim sürecinden geçmişlerdir. 

    Osmanlı aile yapısında özgün örneklerden birisi de hanedan aile yapısıdır. Özellikle harem kurumu, bu aile yapısı şeklinde temel belirleyici durumundadır. Toplumsal sınıflanmanın oluşturduğu bir başka aile şekli ise ulema aile şeklidir. Belirli bir eğitimden geçerek yönetim kademelerinde görev almayı başaran bu seçkin zümrenin sosyal yaşamı ve aile yapısı reayadan farklı şekillenmiştir. Yine hukuki olarak olmasa da fiili (de facto) olarak gayrimüslim soylular da ayrı bir sosyal tabaka olarak incelenebilir. (Ortaylı, 2018, s. 30-50) Osmanlı toplumsal yapısındaki çeşitlenme etkisini farklı günlük yaşamda aile şekillenmesi üzerinde de göstermiştir. 

    Osmanlı Devleti’nde aristokratik bir yapılanma olmadığı için var olan yapı tamamen Şer’i hukuka ve Türk töresine dayanmaktadır. Ayrıca Osmanlı’da aile devlet müdahalesinden uzak bir kurumdur.

    Osmanlı hanedanında erkek ise, Kanunname-i Ali Osman’a göre “harem” içerisinden çok kadınla evlenebilme hakkına sahiptir. Osmanoğulları sülalesinin hâkimiyet kalıpları da özgündür. Hanedanın azalığı, evlilik kuralları, padişah çocuklarının ve soyun devamı için geliştirilen usul ve adetler Osman oğulları hanedanına özgün kurallardır.

    Ancak taşra ve alt sosyoekonomik tabakalar da bulunan toplum yapıları arasında tek evlilik esastır. 

    Ayrıca üretimin ve birlik ve beraberliğin sağlanması açısından çekirdek aileden ziyade geniş ailelilerin bulunduğu görülmektedir. Üç kuşağın bir arada bulunması hem güvenliğin hem de geleneksel aile yaşamı içerisinde günlük yaşam ihtiyaçlarını karşılamayı sağlamıştır. 

    Ayrıca aile bağlarının korunması en çok önem verilen konulardan bir tanesiydi. O dönemde boşanmalar hiç hoş karşılanmazdı. 

     

     

    Yenileşme Dönemi, Cumhuriyet

    Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak kayıpları yaşadığı son dönemlerde gerileme ve bir nevi çöküş süreci yaşanmıştır. Bu noktada bilgi, beceri ve yeniliklerin öğrenilmesi anlamında yurtdışından ve özellikle batıdan elçiler ya da öğrenciler gönderilmiştir. Batı’dan öğrenilen birçok konu ile Osmanlı aile hayatından da birçok değişiklik yaşanmıştır. Hakların talep edilmesi, eşlerin rolleri ve görevleri, ailenin ülke için önemi gibi hususlar ön plana çıkmıştır. Osmanlı’nın son döneminde özellikle ortaya çıkan ve Cumhuriyet’in ilanı ile devam eden süreçte aile ve kadın konuları en fazla değişiklik gösteren başlıklar olarak önümüze gelmektedir. 

    Cumhuriyet öncesi dönemde özellikle II. Meşrutiyet ile birlikte kadınların yavaş yavaş siyasete ilgi duymaya başladığını görüyoruz. Bu dönemde kız çocuklarının sınırlı bir eğitim hakkından yararlanmaya başlaması ile birlikte aydın bir kadın grubu ortaya çıkmıştır. Ardından kadını toplumsal ve ekonomik hayata katmayı hedefleyen küçük çaplı kadın hareketleri de ortaya çıkmaya başlamıştır. Ancak toplumdaki ataerkil yapı, gelenekler ve dini algılar bu hareketlerin önünde önemli bir engeldi. Bu nedenle Cumhuriyet öncesinde kadının durumunda geniş çaplı bir değişim sağlanamamıştır. (Yüceer, 2008, s. 131) Cumhuriyet dönemi ile birlikte ise Mustafa Kemal öncülüğünde bu değişim aşamalı olarak sağlanmıştır. 

    Atatürk’ün “Daha endişesiz ve korkusuzca, daha dürüst olarak yürüyeceğimiz yol vardır. Büyük Türk kadınını çalışmamızda ortak yapmak, hayatımızı onunla birlikte yürütmek, Türk kadınını ilmi, ahlaki, sosyal, ekonomik hayatta erkeğin ortağı, arkadaşı, yardımcısı ve koruyucusu yapmak yoludur.” sözleri Cumhuriyetimizin en büyük kazanımı olarak gördüğümüzkadınlarımız konusundaki düşüncelerini net olarak ortaya koymaktadır. Sonrasında yapılan değişiklikler ve özellikle kadınlar konusundaki köklü reformlar bunun örneğidir.  Atatürk’ün fikirlerimin babası Ziya Gökalp’tir dediği gerçeklikten hareketle Gökalp’in yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin teorisyeni olarak kadın, aile, kadın-erkek eşitliği gibi konulardaki görüşleri ile Medeni Kanun’a giden yoldaki değişim sürecinde etkili olmuştur. Ziya Gökalp “Eski Türkler hem demokrat hem de feminist idiler” sözleri ile aslında ev hayatına hapsolmuş kadını evden çıkarmak, ona toplumsal hayatta yeni bir yer açmak temeline dayanır. Nitekim sonraki yıllarda seçme ve seçilme hakkı ile başlayan süreçte, medeni kanun ve diğer reformlarla kadın ve aile hususunda büyük yol kat etmemize vesile olmuştur. Cemiyetin üç esas üzerine yükseleceğine inanan Ziya Gökalp; Aile, Devlet ve Millet üçlemesi ile aileyi diyanet yuvası olarak tanımlamaktadır. Kadını aynı zamanda medeniyet bayrağı taşıyan kişi olarak görür. 

    Cemiyetin üç rüknü var: Birincisi aile!

    Bu diyanet yuvasını kuran sensin, kadındır.

    Medeniyet bayrağını sensin alan ilk ele,

    Altın harfle yazılacak ona senin adındır.

    şiiri bu gerçekliğe işaret etmektedir. 

     

    Her durumda kadın-erkek eşitliğini savunan Gökalp, kadını evin esası, dolayısıyla da toplumun üzerinde yükseldiği kişi olarak görür. Bu nedenle kadının ev hayatındaki işlerini küçümsemez, aksine evin düzenlenmesinde ne kadar önemli olduğunu vurgular. 

    Cemiyet bir uzviyetse

    Ailedir hüceyresi

     

    Gönül tatlı bir cennetse

    Eve bakar penceresi

    dörtlüğü ile de aile hayatının güzelliğinden ve olması gereken seyrinden bahsetmiştir. 

    İnsanın değer yargıları, hayata bakışı, düşünce sistemi, kişiliği, şahsiyeti gibi hayatını devam ettirebilme ve toplum içerisinde nasıl hareket etmesi gerektiğini gösteren gerçeklikler bir toplumun sahip olduğu kültürel değerler ile doğru orantılıdır. Sahip olunan değerler toplumla ilişkilerini düzenleyerek zamanla oluşacak dengeleri sağlar. Bu sebeple bu dengeyi sağlayacak en ehil birim ailedir. 

    Kültürü kuşaktan kuşağa aktaran ve kendinden olan bireylere aktaran kişiler ise anne ve babalardır. Kültür aktarımı ve devamlılığı anne ve babalar üzerinden çocuklara sağlanır. Bir aile içerisinde kültür unsurlarında arıza olması devam eden süreçte yetişecek bireyin sağlıksız olmasını ve kültürel olarak doğru kodlanamamasını sağlar. O sebeple aile toplumların gelişiminde en önemli paydaya sahiptir. Ailesinden gerekli olan maneviyatı alamayan bireyler ilerleyen yıllarda mutsuz ve bir yanı eksik olarak yoluna devam etmek durumunda kalır.  Bu sonuç ilk aşamada sadece bireyi etkiliyor gibi gözükse de toplumun genelini etkileyen bir faktör olarak karşımıza çıkar. İnanmışlık, aidiyet ve ruh meselesi olması gereken görgü ve terbiye ailede doğru bir şekilde gelişir ve bina edilirse istenen amaca ulaşılmış olur. İstenen kıvama gelememiş ve tekâmülevresi içerisinde yarım kalmış ya da hiçbir rahle-i tedrisat içerisine dahil olmamış bireyler zaman içerisinde hem mensubu olduğu aileye hem de genelinde içerisinde bulunduğu topluma büyük zararlar verecektir. 

    Her ne kadar kültür yansımaları değişen zaman ile birlikte farklılıklar gösterse de sağlam temeller üzerinde inşa edilen ve kuşaktan kuşağa, nesilden nesle sağlıkla aktarılan değerler, hem eğitime, hem de sosyal ilişkilere yansıyacaktır. 

    Kaynakça

    Ergin, M. (2017). Dede Korkut Kitabı. İstanbul: Boğaziçi Yayınları.

    Kafesoğlu, İ. (1997). Türk Milli Kültürü. İstanbul: Ötüken.

    Ögel, B. (1971). Türk Kültürü’nün Gelişim Çağları. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.

    Ortaylı, İ. (2018). Osmanlı Toplumunda Aile. İstanbul: Timaş Yayınları.

    Sümer, F. (2017). Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri – Boy Teşkilatı – Destanları. İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı.

    Turan, O. (2021). Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Mediyeti.İstanbul: Ötüken Neşriyat.

    Yüceer, S. (2008). Demokrasi Yolunda Önemli bir Aşama: Türk Kadınına Siyasal Haklarının Tanıması. U.Ü Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 131-151.

     

  • Vakit “üç aylar”

    Bülbül ne yatarsın yaz bahar oldu

    Çağrışıp ötmenin zamanı geldi

    Serviler yeşerdi, çiçekler doldu

    Cana can katmanın zamanı geldi

    Gevherî

    Daim ve sürekli bir muhasebenin imkânını veren yüce dinimiz için önemli bir yere sahip mübarek aylarımız Recep, Şaban ve sonunda vuslata ereceğimiz mübarek Ramazan ayına kapı açan Üç aylara bu yılda ulaşmış olmanın mutluluğunu yaşamaktayız. Rabbimizin kutsal kıldığı bir çok detayda da olduğu gibi bu mukaddes ve muazzez aylarda da kulluk bilincimizi harekete geçirecek hareketlerle karşılamamızı ve devamında yaşayacağımız maneviyat ile berekete ulaşmamızı diliyorum.

    Bir çok dini vecibemizi yerine getirirken olması gerektiği gibi, üç aylarda öncelikle nefsi muhasebe, tefekkürle maneviyata yöneliş, hırs ve egolarımızın bir nevi “terbiye” ve kontrolüne yönelik olmalıdır.

    Çok farklı yer ve noktalara evrilen ve zaman içerisinde çok kontrollü karakterleri bile etkisi altına alabilen ,çağın bir çok enstrümanı tarafından bizlere dayatılan “popüler kültür” ‘ün etkisinden uzakta, milli ve manevi olarak diriliş ve doğruya yönelişimize, tazelenip yenilenmemize vesile olmalıdır.  

    En değerli sermayemiz ve hazinemiz zamandır.

    Geriye dönüp de hiçbir maddi karşılıkla geri alamayacağımız günler acımasızca geçmektedir. Her anımızı, günümüzü, gecemizi, gündüzümüzü değerlendirirken bu gerçeği bir an bile aklımızdan çıkarmadan hareket etmeliyiz. Kut’lu kelamda ifade edilen “Allah ın insanlara lütfettiği iki nimet vardır ki, birçok insan bu nimeti değerlendirmede aldanmışlardır. O nimetler de sıhhat ve boş zamandır.” (Hadis-i Şerif) ne demek istediğimizi net bir şekilde anlatmaktadır.

    Dünya ile aynı anda bizlerin de derin ve büyük bir imtihandan geçmemize sebep olan Covid-19 Pandemi süreci, esasen bu gerçeği bizlere son yıllarda çok net bir şekilde hatırlatmıştır. Hayatını kaybeden milyonlarca insanın yanı sıra, sağlık olmayınca hayatın akışından durağan noktalara ne kadar da acımasızca gelebileceğini maddi ve manevi sınavlarla anlatmıştır.

    Daim akışta, emredildiği gibi dosdoğru yollarda , hayırlı, güzel işlerle meşgul olmak bu zor günlerdeki en büyük sığınamızdır. Nitekim “Bir işten boşalınca hemen başka bir işe yönel ve Allah’a rağbet et”( İnşirâh Suresi 7. Ayet )emri biz inananlara sunulan bir yol güzergâhıdır. Ve Rabbimizin bizlere ayetleri ile sunduğu bu mihmandarlık kesin ve net şekilde belirtilmiştir.

    Üç ayların başlangıcında bulunan Regaip Kandili de bu ayeti kerimenin mutlak amacıyla denk düşmektedir. Cenab-ı Allah’ın elbette her gününde de olmamız gerektiği gibi fakat bilhassa bu mübarek aylarda Allah’a (cc) tevekkül edip , şükredip , ibadet, hal ve hareketlerimizdeki huşu ve bütünlük ile bu günleri karşılamalı ve o şekilde de devam etmemiz gerektiğini bilmeliyiz. Günlük hayattaki sorumluluklarımızın bilincinde olan fertler olarak Allah’a karşı sorumluluğumuzu da eksiksiz bir şekilde yerine getirmeli, amel ve niyetlerimizde;  hayıra, güzelliklere, tefekkürümüz çerçevesinde ibadetlere “rağbet eden” olmalıyız.

    Manevi iklimin gönül huzuru ile yaşanacağı bu mübarek günlerde aile içi ve dışı her türlü şiddetin son bulmasını, kadınlarımızın, kızlarımızın, çocuklarımızın ve bütününde ailelerimizin huzur ve mutlulukla taçlanması da gönül iklimimizdeki en halis dualarımızdandır.

    Vatanımıza, milletimize, dinimize, devletimize ve tüm insanlığa hayırlar, güzellikler ve bereketler getireceğine inanıp iman ettiğimiz mübarek üç ayların;

    Doğu Türkistan’dan Balkanlara, Kafkaslardan Musul ve Kerkük’e kadar tüm Müslüman Türk coğrafyasına hayır, huzur ve bereket getirmesini diliyor,  

    sınırlarımızda ve sınır ötemizde huzurumuz, güvenliğimiz, birlik, beraberliğimiz, istiklal ve istikbalimiz için bulunan, nöbet tutan tüm güvenlik güçlerimize de  Cenab-ı Allah’tan muvaffakiyetler diliyor, Ziya Gökalp’in sözleri ile bitiriyorum ;

    “Türk; Allah kerimdir” demekle her türlü vesveseden uzak yaşar. İslam; dua ve tevekküldür”

    Vakit Üç Aylar…

    Hareket, bereket, dua, tevekkül ve maneviyat vakti !

    Kut’lu ve mübarek Olsun…

  • Biz durduğumuzda…

    Çokça düşünüp azca konuşmaya çark eden zamanımızın ibriğinden damla damla gönlümüze dökülen bir şelaleydi izlediğimiz geçit töreni. Bir şey yaşamıyor gibi gözükürken asrın ve dahi bilmem kaç nesil öncemizin dahi altı kitaplarca dolacak bilinmezlikte bir serüvendi yaşadığımız. Koca koca duvarların arasına kapanan günlerimiz, güneşimiz, bugünümüz ve yarınlarımız. Yarının muştusunu aradığımız ve ayarladığımız bugünümüzden ne yansıyordu ki gelecekte ne yaşayacağız diye düşünme silsilesinden, anlamsızlıkların altında koskoca bir anlam bulmaktı karşılaştığımız.

    “Dur , bekle, yavaşla ve önüne bak” demenin hiç sıraya girmediği bir hızın arasında kaybolmaya kavl etmiş aile bağları, karakter savrulmaları, yürek sızıları ve serzenişleri birer birer ses vermeye başladı biz durduğumuzda.

    Biz durduğumuzda evimizin penceresinden bakınca yolların aksinin değiştiğini, yolların kenarlarına çizilmiş bir sanat eserini gördü bu gözler. Saçlarımızın ağarmaya başladığını, evdeki halının eskidiğini, çatal bıçak takımlarımızın artık takım olma iddiası taşımadığını, aylardır hatta yıllardır güzel bir şarkı dinlemek için telefonumuzun bilmem ne isimli uygulamasını kullanmadığımızı, duygularımızın duygu olmaktan çıkıp komut halini de aldığını gördük biz durduğumuzda. Biz durduğumuzda her sabah belli saatlerde sokakların süpürüldüğünü, hava durumunun insanın haleti ruhiyesi ile çok da alakası olmadığını, günleri sıraya dizmenin yapacaklarımızın sıralamasını pek de değiştirmediğini gördük. Öyle insana dair ,öyle güzel şeyler gördük ki durduğumuzda, arada bir durmamız gerektiğini bile bile durmadığımız günlere kahır ettik.

    Durduğumuzda annemize, babamıza, eşimize, dostumuza ne kadar da az sarıldığımızı , sarılamadığımızda anladık. Sarılamıyoruz diye serzenişlerde bulunurken utandık da kendimizden biz durduğumuzda. Odanın duvarlarının sarının dışında bambaşka bir renge büründüğünü, ev denilen kutlu mekanın evden çok hayatı anlattığını da durduğumuzda anladık.

    Meğer ne çok bilinmeyenler var imiş ömrümüzde. Ne çok kalıplara sığdırdığımız güzellikler var imiş her gün bize eşlik eden. Durduğumuzda anladık ki ortasında da kalmışız yalnızlıkların. Paylaştığımız yalnızca metrekarelerine ya da güzelliğine meftun olduğumuz evimizin soğuk duvarları imiş. Her sabah evden çıkarken alelacele dilediğimiz iyi günler sözcükleri ne kadar da kıymetli imiş. Evladımızı okula gönderirken Allah’a emanet etmek ne kadar da önemliymiş. Annemizi, babamızı hayatın mutat işleri sırasında muhatap ettiğimiz ihmalimiz ne kadar da hoyratça ve hodbinceymiş. Olumlu ya da olumsuz hissettiğimiz ya da hiç hissedemediğimiz onca duygu ne kadar da belirginleşti biz durduğumuzda.

    Havanın içerisindeki nefes hakkımız “kafes” lerin, “maske”lerin içerisine canımızı hapsettiğimizde anlamını hissettirdi biz durduğumuzda. Canımızın, cananımızdan öte olma ihtimali olsa da, muhtaçlığımızın ve acziyetimizin merkezinde aslında her koyunun kendi bacağından asılmadığı gerçeğini de yaşadık. İhtimallerin arasında, mümkünlerin ortasında, olabileceklerin “korkusuyla” korkusuz bir yalnızlıkla kaldık biz durduğumuzda.

    “Yanındayım” demenin ne kadar kıymetli olduğunu, pencereden dışarıya kafamızı uzatıp da uçsuz bucaksız gökkubenin altında da olsak paylaştımız birkaç şeyin varlığına da şükrettik biz durduğumuzda.

    Şükürlerimizin seyri de değişti biz durduğumuzda.

    Her gün canımızı yakan ölümlerin, hastalıkların ne kadar da herkese eşit, ne kadar da herkese aynı mesafede olduğunu ve adaletin Rab tarafından tüm insanlara ne kadar da eşit dağıtıldığını bir kez daha anladık.

    Durunca öyle bir devam etti ki hayatımız, devam eden hayatın durmuş olan eski hayattan çok daha anlamlı, çok daha maneviyatlı olduğunu da anladık.

    Biz durduğumuzda acımasızca bizi içerisine çeken hayat keşmekeşine mola verdik. Durduğumuzda yürümeye, koşmaya başladık gerçeklere, maneviyata ve değişime.

    Belki de epeydir içerisinde tefekküre çıkmadığımız bir Hak kelamına emanet ettik bugün ve yarınlarımızı. Kaygılarımızı imanın kalesine asıp da, yeisi çukurlaşan ve başkalaşan taraflarımıza yolladık. İman tazeledik biz durduğumuzda, durduğumuzda olanı olmayanı anlamak ve anlamlandırmak için değişen dünyayı.

    Velhasılı kelam durduğumuzda insan olduğumuzu hatırladık.

    Gelişimizi, gidişimizi, toprağı, suyu, topraktan gelip de toprağa gitmesi gereken varlığımızı, varlığımızın yokluğunu, hiçliği, hiçsizliği, hiçbir şey olmadığımızı…

    İmtihanımızı hatırladık biz durduğumuzda, karanlıklarımızın özümüzde aydınlığa çıkacağını, hakikatimizin maneviyatımızla çağlayacağını, yorulan gönlümüzü yine gönlümüzle muhabbet ve tefekkür ile aşacağımızı anladık biz durduğumuzda.

    Fıtrat hep ve her daim yolunu bulur.

    “Dayan milletim, geceyi gördük, güneşi de göreceğiz” bilgeliğinde bize düşen dil, akıl ve yürek ile her sabah yeniden dirilen hayatın şulelerini kucaklamak.

    Anladık ve anlamlandırdık, biz durduğumuzda…

  • Hareket noktamız Çift Başlı Selçuklu Kartalı sembolüyle ruh ve anlam kazanacaktır !


    Türk Milliyetçiliğinin dünya çapında bir aktör olması için gerekli argümanların arasında ne olup ne olmamalı tavrından ziyade, dünya konjonktürü içerisinde Türk Milliyetçileri olarak söz sahibi olmamız için ne yapmamız gereklidir şuurunun üzerine kafa yorup, hem akademik hem de sosyal  hayat içerisinde bulunmamız gereken yeri ve yönü doğru tayin etmemiz gerekiyor.

    Türk Milliyetçiliği sadece Türklerle mi ilgilidir ya da bir Türk Milliyetçisi kendi dilinden başka bir dile hakim olmamalı mıdır ? Gerek istihbari açıdan olsun gerekse öğrendiği yabancı dili efektif bir şekilde kullanarak milli çıkarlarımızı savunan, savunmak için ilk kaynaklardan doğru takip edip, yorumlayan bir Türk Milliyetçisi; tüm dünyadaki  iletişimsel ve konvansiyonel savaşın enstrümanlarına karşı ve  tekelleşen hamasi bir grup boş yayın camiasının önünde en sağlam kale olacaktır.

    Türk gazetesi dediğimiz bazı yayınların İngilizce ya da başka dillerindeki versiyonlarında, nasılsa kimse sorgulamıyor diye üzerine gidilmeyen çevirilerde bile devlet geleneğimizle, tarihimizle, kültürümüzle bağdaşmayan çeviri hataları bilerek ya da bilmeyerek yapılıyor ise, “bahtı kara mâderini” kurtarmak, hamasi söylemlerle değil ancak  o dilleri öğrenip, 21 yüzyılın farklı şekillerde karşımıza çıkardığı düşmanlarına karşı Mustafa Kemal Atatürk’ün  ;

    Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini

    Bulunur kurtaracak bahtı kara mâderini!”[i] sözlerinden hareketle kendimizi yetiştirerek, bugün farklı şekillerde karşımızda olan açık ya da gizli düşmanlıklara karşı Türk Milliyetçileri olarak bu sözün içerisini  doldurarak ve kendi avukatlığımızı kendimiz yaparak bu duruşu ortaya koyabiliriz.

    Büyük Önder Atatürk’ten bahsederken yabancı dil konusunda kendisinin de hususiyetle üzerinde durduğunu ve yabancı dil tahsiline ilk okul çağlarından itibaren başlayıp, ilerleyen yıllarda da fırsat ve zaman buldukça gelişimi konusunda çalışmalarda bulunduğunu belirtmemizde fayda olduğunu düşünüyorum. Zira kendisiyle ilgili bir çok çalışma yapılmış fakat Yabancı dil konusundaki tutumundan hiçbir zaman tam anlamıyla bahsedilmemiştir.

    Dil inkılabı sırasında Türkçe’nin de karmaşık Arapça ve Farsça deyim ve kelimelerden arındırılması hususu da takındığı tutumlardan birisidir ki bu konu da ayrıca incelenmeye değerdir. “Milli kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyeti’nin temel dileği olarak temin edeceğiz. Türk dilinin, kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için, bütün devlet teşkilatımızın, dikkatli, ilgili olmasını isteriz” [ii] sözü ile de bu inkılaba dikkat çekmiştir.

    Atatürk’ün ilk dil çalışmaları Selanik Askeri Rüştiyesinde iken Fransızca dilini öğrenerek başlamıştır. Selanik Askeri Rüştiyesi’nden sonra başladığı Manastır Askeri İdadisinde “Fransızcadan geri olduğunu, Fransızca öğretmeninin kendisi ile çok meşgul olduğunu , Fransızca öğretmeninin kendisine acı ihtarlarda bulunduğunu ve bu durumunda zoruna gittiğini” söylemiş ve Fransızcasını geliştirmek için çareler aramıştır. Tatilde Selanik’e dönünce Colleges des Freres de la Salle okulunun özel derslerine devam etmiş ve Fransızcasını takviye etmiştir. [iii]

    Mustafa Kemal, gerçekten ilk eğitim döneminden başlayarak gençlik yıllarında Fransızca öğrenmeye büyük önem vermiştir. O, “Bir kurmay subay, mutlaka yabancı dil bilmelidir, bunun aksini düşünmek büyük hatadır.”[iv] demiştir.

    Atatürk Almanca’ da biliyordu. Harbiye’de yabancı dil olarak Almanca, Fransızca ve Rusça derslerini alan Atatürk’ün mezun olurken Fransızca’dan 38, Almanca ve Rusça’dan 42 notlarını alarak mezun olduğunu öğreniyoruz.[v]

    Yabancı dil konusunda, Afet İnan Atatürk’ün yabancı dillerin öğretilmesi üzerinde önemle durduğunu aktarmıştır. Hatta sadece o dili değil, o dilin üniversite çapında edebiyatından, dilbilim özelliklerine kadar öğrenilmesinin gerekliliğine inandığını belirtmiştir[vi]

    Atatürk’ün yabancı dil öğrenimini gereksiniminin sadece tercüme yapmak üzerine değil, o dilin edebiyatından, dil biliminden de haberdar olarak ilmi düzeyde kavranması gerektiği fikri bizlere tüm satır başlarında sunulmaktadır.

    Bilim ve teknolojide batı ülkelerinin yaptıkları yapıtları anlayabilmemiz için de batı dillerini öğrenmemiz gerekliliği üzerinden durmuşlardır.[vii]

    Atatürk’ün dünya görüşünün şekillenmesi, gerçekleştirdiği reformlar yabancı bir dile çok küçük yaşlardan hakim olmasının ve bu dil marifetiyle o dilde yazılmış ancak bulunduğu ortamda henüz yer bulamamış çağın gerçeklerini bünyesine katmasının ve yeri gelince bu fikirleri harekete geçirmesinin sebeplerinden birisidir.

    “İlmin tercüme ile değil, tetkikle olması” hususundaki hatırlatmaları da, öğrenilen yabancı dilin esas amaca hizmet yolunda bir vasıta olduğu gerçekliğini de bize hatırlatmaktadır.

    Fakat yabancı dil konusundaki erken yaştaki farkındalığı ve bu farkındalığı hayatının diğer evrelerinde de devam ettirmesi Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçekten de bir dünya lideri olduğunun kanıtıdır.

    Dünya insanlığının yabancı dil konusunda polyglot (4 ve daha fazla dil konuşabilen kişi) seviyeye evrildiği günümüzde Türk Milliyetçilerinin de bu denklemler içerisinde yer alması gerektiğinin altını artık çizmek gerektiğini düşünmekteyim.

    Dil öğrenmenin zekayı en hızlı geliştiren aktivite olması, birden fazla dilin kolayca öğrenilmesi hususuna da yol açmaktadır.

    2000’li yılların başında iyi derecede İngilizce de bilen Liderimiz Devlet Bahçeli Beyefendi’nin “Ülkücüler bir doğudan, bir batıdan 2 yabancı dil öğrensin” sözü de çağın gereksinimlerinin Türk Milliyetçileri içerisinde de uygulanması ve hayata geçirilmesi gerekliliğini bize hatırlatmaktadır. 

    Bilindiği gibi Çift başlı Selçuklu Kartalı güç ve kudretin sembolüdür. Doğunun ve batının hakimiyetini sembolize eder. Çift Başlı Kartal sembolünü, Türkler Orta Asya kültüründen göçler ve fetihler sayesinde tüm Dünya’ya taşımıştır. Bir doğudan , bir batıdan öğrenilecek yabancı dil bu güç ve hakimiyetin tesisi, devamı ve sürdürebilmesi yolunda atılacak büyük ve sağlam adımlardandır.

    Yabancı dil öğrenmekten kastımız kendi dilimizi arka plana atıp, onu ihmal etmek anlamına elbette gelmemelidir. Türk Dilini,bir ilim sanat, fikir dili haline getirmek Türk Milli Eğitimi’nin, yani Türk Milleti’nin , Türk Devleti’nin ve biz Türk-İslam Ülkücülerinin, Türk Milliyetçilerinin asli  vazifesidir.

    Büyük Dava Adamı Ahmet Arvasi’nin “Yabancı dil öğreniyoruz” bahanesiyle hiçbir okulumuzda, akademimizde, enstitü ve fakültemizde, Türkçe “ikinci plana” itilemez.” [viii] sözü bize bu anlamda ışık tutmaktadır.

    Fakat aynı Arvasi’nin ;

    “…Müslüman aydınlar, kendilerini çok iyi yetiştirmiş olmalı, en az bir yabancı dil bilmeli, İslâm’ın tavizsiz ve akıllı bir seçkini olarak kendi ihtisas dalında, mazlum ve mağdur İslâm âlemine hizmet vermelidir. Unutmamak gerekir ki, İslam dünyası, birinci sınıf ilim, fikir, sanat ve hamle adamlarını beklemektedir. Bunlar başka bir yıldızdan gelmeyecek, sizlerin arasından çıkacaktır…”

    sözleri de aklımızdan çıkmamalıdır.

    Peygamber Efendimiz Hz.Muhammed (sav)’in “Bir kavmin dilini öğrenen, onların zararlarından korunmuş olur” Hadis-i Şerifi’de tüm bu anlattıklarımızla hemhal edilip, değerlendirildiğinde Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresine iman etmiş Türk-İslam Ülkücülerinin yabancı dil öğrenme hususunu da elzem kılmaktadır.

    Son olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün “Bir kurmay subay, mutlaka yabancı dil bilmelidir, bunun aksini düşünmek büyük hatadır.” sözüyle de paralel olarak , Eski bir kurmay albay olan , fikrimizin yol başçısı Başbuğumuz Alparslan Türkeş’in iyi derecede Fransızca ve İngilizce bildiğini ve  yıllar önce İngiliz BBC kanalına verdiği İngilizce röportajın da halen arama motorlarında kayıtlarda bulunduğunu bilginize sunmak isterim.

    Yabancı dil öğrenmenin, yabancı dil öğrenmek için o kültürlerle yakın temas içerisinde olmanın fikir dünyanıza, inandığınız dünya görüşüne katkı sunmanın yanı sıra, inanmış ve adanmış bir Türk –İslam neferini çokça besleyeceği fikrini taşımaktayım. Ayrıca ihtiyaç hasıl olduğunda belli bir konuyla ilgili durumlarda o dil ile cevap vermek, görüş beyan etmek, sosyal medya ağıyla küçülen dünya gerçeklerinde her an ve her konuda hazır olmak gerektiği gerçeğini de önümüze sermektedir.

    Öncelikle “Türkçe’nin varlığı Türk’ün varlığıdır” diyerek güzel dilimize sahip çıkmalı ardından yabancı dil öğrenme konusunda da tarihimizin, gönül ve varlık coğrafyamızın bizlere yüklediği büyük sorumluluklarımız olduğunu da unutmamalıyız.


    [i] Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın, zafer inançları zayıf olanlara cevap vermesi gerekiyor.O, bu muhalif seslere, 13 Ocak 1921 tarihinde yapılan Büyük Millet Meclisinin bir oturumunda, şair Namık Kemal’in şiiriyle şöyle sesleniyor. Atatürk Namık Kemal ‘in bir şiirine atıf yaparak sözlerine başlıyor.

    Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini,

    Yok mudur kurtaracak bahtı kare maderini.

    Ve sözlerine şöyle devam ediyor:

    İşte ben de bu kürsüden, bu Meclisin Başkanı sıfatıyla, Heyetinizi teşkil eden bütün milletvekilleri namına ve bütün millet namına diyorum ki;

    Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini

    Bulunur kurtaracak bahtı kare maderini.

    Mustafa Kemal Paşa, Namık Kemal’in, memleketin düşman işgaliyle inlediğini, bir kurtarıcının çıkarak memleketi bu kara günlerden kurtulmasını istediğini dile getiriyordu.

    Bununla birlikte Mustafa Kemal Paşa’nın, Namık Kemal’e verdiği cevapta, ne olursa olsun, memleket düşman işgalinde bile olsa, bu milletin içinden bir kurtarıcı çıkaracağını haykırıyordu.

    [ii] http://www.ataturk.net/cumh/dil.html

    [iii] (Cebesoy, 1997; Coşar, 1973; İnan, 1969;

    Kinross, 1964

    [iv] Cebesoy, A.F. (1967). Sınıf arkadaşım Atatürk. İstanbul

    [v] K.Z. Gençosman & N.A. Banaoğlu, Atatürk Ansiklopedisi, Cilt 1 (İstanbul 1971)

    [vi] Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıra ve Belgeler (Ankara 1959)

    [vii] Atatürk ve Yabancı Dil Eğitimi, Prof.Dr.Erdal Ceyhan

    [viii] (Arvasi, Sahte Dindarlar Sahte Laikler,sf:10 )

    Bu yazı Milliyetçi Hareket Partisi Genel Merkezi Kadın Kolları’nın her yıl 8 Mart ‘ta basılan ve dağıtılan “KADIN” isimli derginin 5. sayısında yayınlanmıştır.

    http://www.mhpkadinkollari.org/usr_img/docs/kadin-kollari-dergi/sayi-5.pdf
  • YAKARIŞ (4)

    unnamed (1)

    YA MUHSÎ

    Mekan senindir, an senindir, mekanların her lahzasında adın yazılır. Sana yönelmemiş, saflığını yitirmiş yüreklerden esirge beni. Bildiklerimin kötülüğü ile yargılama beni, gizli kalmış gerçekleri kabusum yapma. Nefsinin eline bırakma sevdiklerimin geleceğini, karakterini. İftiralardan esirge bizleri. İftiralarla aramıza nifaklar sokma. Sen benim en önemsiz arzularımı da bilirsin. Arzularımın eline bırakma beni.

     

    YA MÜBDİ’

    Yaratan sensin Ya Rabbim!… Nankörlerden, nan-tuz hesabını bilmeyenlerden uzak tut beni!.. Yaratıldığını unutup, yaratmış gibi zulmedenleri esirge günlerimden.  Ruhum senin elinde, bedenim sana emanettir. Katında makbul olan güzelleri görmeme vesile ol. Gizli düşmanlıklarımı, gizli düşmanlarımı adaletinle acziyetimden uzak. Sensin bilen, gözeten, kalbimin inceliklerini bilen, güzelliklerimi daim eyle, kötü huylarımı al Ya Rabbim!…

     

    YA MUÎD

    Bizleri tekrar yaratan sensin Ya Rabbim!… Amellerimizin güzellikleriyle katında en iyi yerlerde olmamızı vesile eyle. Niyetlerimizdeki halisliği gör, sen bizi bizden çok bilirsin. Kalbimin derinliklerinde dolaşırken, yüreğime dokunmayı nasip eyle. Takdirin en güzeli senindir, şükredenden, görenden, gözetenden, Cennet mekanlı kullarından nasip eyle beni Ya Rabbim!…

     

    YA MUHYÎ

    Canlarımızı veren sensin. Bir “OL” emrinle bedenlerimizden ayrılır ruhumuz. Vatana, millete hayırsızlıkla cezalandırma ruhumuzu. Ruhumuz bedenimizden ayrılırken, senin imanın üzre ölmemizi ve senin makamına gelmemizi nasip et. Dudağıma gelen kötü sözleri, deste deste dua yap sevdiklerimin yoluna. Göz yaşlarıma bir tek şahidim sensin, pişmanlıklarımı yeniden dirilişime vesile kıl. Tövbelerimi geç kalınmış tövbelerden kabul eyleme. Hükmüne razı olmayı nasip eyle Ya Rabbim!…

    YA MÜMÎT

    Öldüren sensin Ya Rabbim!… Gaybın haberleri sana aittir, hiçbir şey göründüğü gibi değildir. İncecik sızılarıma, en güzel anlarıma bir tek sen şahitsin. Mahcup olmayım diye kötülüklerimi sen örtersin, pişmanlıklarımı dört gözle bekler, tövbemi yeniden dirilişime vesile kılarsın. Acımı ölümüm yapma Ya Rabbim, aşkını aşkımın filizlenmesine vesile kıl. Gaybdan gelen yalan yanlış sözleri hırsım yapma.. Şulelerini gönder gecelerime, inadımı etkisiz kıl, hayallerimi sıfatlarının ulviyetine bırak. Çare sendendir, çare ver Ya Rabbim!…

    YA HAY

    Ezel, ebed diri olan sensin. Varlığın iki cihanda aşikardır. Defterim dürülür bir gün, koru beni, muştunu yetiştir. Yoksulluğumu rahmetinle tecelli ettir, amelimin yoksulluğunu zenginliklerinle yok et, fikrimi zenginliklerinden mahrum bırakma!.. Sen ki en çok acizlere ve zayıflara kerem eylersin, kereminden eksik eyleme beni, az sevabımı çok eyle Ya Rabbim!…

    YA KAYYÛM

    Her şeyin varlığı sana aittir. Varlıklarını hikmetlerinde gören kullarından esirge beni. Zillette olduğunu kabul etmeyenleri esirge günlerimden. Manaya özünü veren sensin, manasızlıklardan uzak tut. Sen sevdiğin  ve sevdirdiğin için bakar yüzler yüzlere, sevmekten, sevdirmekten esirgeme beni. Akla hayale gelmeyen güzelliklerden ver bizlere. Zerreleri bile güzel kıl yüzümüze. Varlarımızla övünüp, yoklarımıza hayıflanmalarımızı engelle. Ezel senin, ebed senindir. Mahrum bırakma Ya Rabbim!…

     

    YA VÂCİD

    Dilediğini dilediği zaman bulan sensin. Kaybettiklerimizi hırslarımızda hapis eyleme. Kaybettiklerimizi acımız olarak bize gönderme. Dağlar sana boyun eğmişken, şeytan yüzlülerin, şeytan sözlülerin zulümlerinde bırakma beni. Denizler “OL” emrinle yarılırken orta yerinden, bir avuç su da boğma günlerimi. Çare sendendir. Kaybettiklerimizi bulmamız için, keremini esirgeme Ya Rabbim!…

     

    YA MÂCİD

    Şanlı, şerefli olan sensin. Düşmanlarım pek yaman, incinmelerim sayısızdır, sızılarım tarifsizdir. Fıtratımın diliyle sana el açıp yalvarıyorum. Şanını ,şerefini üzerimden eksik etme. Dilersen başkalarını bana tercih edersin, tercih ettirirsin, dilersen beni tercih eder,ettirirsin. Gazabını engelle, pişman olmama izin ver.  Kimse yok iken bana sahip çıkan sensin, beni bırakma Ya Rabbim!…

     

    YA VÂHİD

    Tek olan, bütün olan sensin. Parçalanmalarımızdan, bölünmelerimizden engelle bizleri. Parçalara ayırma kalbimizi, parçalara ayırma kaderimizi, parçalara ayırma cemiyetlerimizi. Birlikte rahmet vardır diyerek el açtık sana, “OL” emrinden esirgeme günlerimizi. Dipsiz kuyulara, ucu görünmeyen akıllardan esirge bizleri. Aklımın inceliklerini güzelliklerime vesile kıl. Kalbimi en güzel hallerinle hallettir, perdelerini indir, gülizarını göster Ya Rabbim!…

    YA SAMED

    Her kusurum senin kemalini anlamam içindir. Yokluk ağacını karanlık köklerinden çıkarıp vücuda getiren sensin. Doğurmadın,doğrulmadın. Tek olan sensin. Dileğim çoktur, mahsundur kalbim, senin adaletindir tek sığındığım. Gizlim, saklım yoktur senden, senin söylediğindir haber, başkaları dert değil. Başkaları kalbimin sırlarından cahil, anladıkları her andan daha gafil. Saklarımdan bir tek sen haberdarsın, başkaları sırdaş değil. Sonsuz hilmine sığınırım, dost görünenlerden esirge beni Ya  Rabbim!…

     

    YA KÂDİR/ YA MUKTEDİR

    Her şeye gücü yeten, kuvvetli sensin. İçimin içinde olup bitenleri bilen bir tek sensin. Senden korkmayanlardan esirge beni. Bir seni büyük bilenlerden eyle beni, büyüklüğünü bilmekle genişlet fikrimi. Kışlar bahara döner, geceler sabaha çıkar seninle emrinle. Sabaha çıkar beni. Koru beni, menzile eriştir. Denizler kaynar bir gün, dağlar yıkılır, uzaklıkları yok et, yakınlığına eriştir. Geceyi bitir, güneşli günlere çıkar bizleri. Takdir senindir Ya Rabbim, affına yetiştir!…

    YA MUKADDİM

    Öne alan sensin. Beklentilerimi arkaya atma Ya Rabbim!.. Muhatabına dahi söyleyemediğim dileklerimi bilen bir tek sensin. Hiç sebepsiz, hiç hesapsız kerem eyleyen sensin. İçimin içinde yatan dileklerimi gör, az sevaplıyım bilirim, bilirim günahım çoktur. Firavunlardan esirge dileklerimi. Yaptıklarımı hayıra eriştir. Sessizliğim sana beyandır Ya Rabbim, sessizliğimde sesime ses ver, umuda eriştir beni!…

     

    YA MUAHHİR

    Geriye bırakan sensin. Geri kalanlardan esirge beni. İlmimle insanlığa hizmet etmemi sağla. İlmimi kibirlenmeme vesile kılma. Yaşadıklarımda geride kalsam bile, hayırlı olan ile menzile ulaşmamı sağla. Hiçbir acziyetimde çaresiz bırakma beni, yetim bırakma beni Ya Rabbim!…

     

    YA EVVEL

    Varlığının başlangıcı olmayan bir tek sensin Ya Rabbim!… Kainatta yaratılmış her şeyin, herkesin evveli, ahiri bir tek sensin. Ben beni bilmesem de, sen bilirsin beni. Ben kimseyi bilmesem de, bana bildiren sensin. Sana sığındım sırdaşım sensin, sana güvendim velim sensin, sana el açtım, dostum sensin. Evvelinden, ahirinden esirgeme ben, Ya Rabbim!…

     

    YA ÂHİR

    Varlığının sonu olmayan sensin. Makamına çıkınca yüzüme yeri indirme. Ölümüm son değil, başlangıcımdır bilirim. Başlangıcımı hayırlardan vesile et, başlangıcımı iman üzre yapmamı nasip eyle. Kalbimi yokluklarından esirge, unutulmalara gömme yarınlarımı. Varlar seninle vardır, yoklar senin olmadığın yerde zaten yoktur. Yoklarımı vara çevir, varlarımı daim kıl Ya Rabbim!…

     

    YA ZÂHİR

    Varlığı ve birliğini belgeleyen bir çok şeyin olması yalnız sana aşikardır. Tabiattaki her nokta yalnız seni anlatır. Güzellikler yalnız senin sıfatlarından habercidir. Ben bir seni bilirim, işte kapına geldim,başkalarının yokluklarında bırakma beni. Sana muhtaçlığım benim en yüce zenginliğimdir. Başkalarına muhtaç etme beni, senden başkasına el açtırma beni. Hikmetlerini sızılarıma vesile kıl, güneşe çıkar beni Ya Rabbim!…

     

    YA BÂTIN

    Zatının bilinmesi, mahiyetinin bilinmesi açısından gizli olan sensin. Bizim tüm gizlilerimizi yalnız bilen sensin. Cemalinin güzellikleridir her güzel amelden, her güzel coğrafyadan yansıyan.  Uğradığım her yerde zaten sen vardın. Ben kendimi sevmeye geç kaldım. İrade senindir. Zaman senindir. Hüküm senindir. Hükmünü,hikmetini üzerimden esirgeme Ya Rabbim!…

     

Serap Şule Yavuz KALIN, 1981,Kayseri.
Erciyes Üniversitesi Çin Dili ve Edebiyatı, Beijing Language and Culture University Chinese Language, Erciyes Üniversitesi Kültürel Çalışmalar Yüksek Lisans, Dil Bilimci, Çince,İngilizce Yeminli Tercüman, Siyasetçi, Yazar.Evli, 1 çocuk annesi.

Newsletter